
Hattatlar şanslı insanlardır vesselam, evet onlar da ölürler ama arkalarından rahmetle andıracak eserler bıraktıktan sonra...
İşte Trabzonlu Ömer Efendi bu sanatın aşıklarından biridir. Hat ve hattatlık üzerine babasından ne aldıysa hepsini oğlu Mehmed'e devreder. Mehmed Efendinin de ömrü mürekkep ezmekle, kamış çekmekle geçer, belki mükemmel bir sanatkardır ama o devirde asitanede olmayanlar yok olur giderler.
Mehmed Efendi, Oğlu Ali Şükrü'yü yetiştirmekle kalmaz, kendini aşsın diye İstanbul'a, ünlü hattat Laz Ömer'in (Ömer Vasfi Efendi) yanına yollar. Genç hattat, icazet aldıktan sonra Mekteb-i Harbiye'de hat dersleri vermeye başlar. Ali Şükrü Efendi de aile geleneğini yaşatır, oğlu Mehmed İlmi'yi titizlikle yetiştirmeye bakar. Hatta onu devrin üstadlarından Kazasker Mustafa İzzet Efendi'ye talebe yapar.
Mehmed İlmi Bey adı gibi ilim sahibi bir mümindir, fukara ama tevekkül ehlidir, büyük sanatkardır ama şöhretten kaçar. Bu yüzden paşa konaklarında değil kenarda köşede dolanmaya bakar. Medreselerde ders verecek bir kıymet olmasına rağmen iptidailerde (ilk mekteplerde) yazı öğretir, belki günahsız sabilerle uğraşmak onu daha fazla sarar. Kuruçeşme'de mütevazı bir evde oturur, çorbacağzını kaynatmaya bakar.
Nasıl ki dedeleri beş nesildir çocuklarını hattat yaptılarsa... O da...Babasının oğlu
Ve hattat adayımız bir şubat günü (1873) doğar. Mehmet İlmi Efendi bu sevimli bebeğe İsmail Hakkı adını koyar.
"Sanatkar olunmaz doğulur" derler ya, İsmail Hakkı biberonu bırakmadan kalem tutar. Ağzı süt kokarken "Rabbi yesir" yazar, ufacık tıfıl iken meşk yapar. İlk dersini elbette babasından alır, sülüs-nesih gibi adam seçen bir dalda ustalarla aşık atar. Pertevniyal Valide mektebini bitirdikten sonra Fatih Rüşdiyesine devam eder.
O yıllarda İstanbullular şiirle yatar, şiirle kalkarlar. İsmail Hakkı da manalı beyitler, içli kasideler yazar. Onları ağarlı kağıda aktarır, kenarlarına tezhip yapar. Hocaları bakarlar çocuk komple sanatkar "zayi olmasın" deyip, Sanayi-i Nefise mektebine yollarlar.
İsmail Hakkı burada dünya çapında ustalarla tanışır, yaptığı yağlı boya tablolarla meşhur ressam Valeury'e bile aşkolsun dedirtmeye başlar. Ancak canlı resim yapmanın dinen mahzurlu olduğunu öğrenince tuvallerini kenara atar. Peki aldığı eğitim boşa mı gider ? Bilakis tezhibde çok işine yarar.
Mezuniyetin ardından Babıali Divan-ı Humayun kalemine mülazım olan genç hattat, üstad Sami Efendi ile tuğra çekmeye başlar. Bu arada göz ucuyla Reisülhattatin Kamil Efendiyi takip eder ve sülüs'ün inceliklerini kapar. Ki sülüs (hele celi sülüs) denilen tarzı kavrayabilmek için benim diyen hattatlar bir ömür çalışırlar.
İ. Hakkı Bey, önce "Tuğrakeş-i sani" bilahare "Baş Tuğrakeş" olur. İstanbul ve Galatasaray Sultanileri ile Dar-ül mualliminde resim derslerine girer, Medresetü-l Hattatin de Tuğra ve Celi Sülüs hocalığı yapar. İyi de harf inkılabından sonra sudan çıkmış balığa döner, ortalıkta kalakalırlar. Yeni rejimin bürokratları "sizin vazifenizin mukabili bizde yoktur" der onları kapının önüne koyarlar.
O günlerde devlet başkanlarının yazıcıları olur, nameleri, anlaşmaları kaleme alırlar. Bunlar bir manada grafiker ve tasarımcıdırlar. İyi de böylesi sanatkarlar kolay yetişmez, hele hayatı boyunca sayısız ferman, berat, menşur yazan İsmail Hakkı gibi bir usta aramakla bulunmaz. Nitekim karşı taraf Lozan muahedesini profesyonelce yazdırıp getirince bizimkiler fena bocalar.
Daha dün İsmail Hakkı Bey'e kapı gösterenler, eşiğinde dolanmaya başlar. Kaldı ki bir başka ekip darphanenin işleri ve muhtelif devlet mühürleri için gelir, gider akıl sorar. Adeta özür dilercesine "Hariciye Muahedenüvisliği" (anlaşma katipliği) gibi bir kadro tesis eder, lütfetsin diye maroken koltuklu odalar donatırlar. Lakin hattatımız kırgındır, "benim vazifemin mukabili sizde yoktur" der, taşı gediğine koyar.
Buna rağmen hem hariciyenin, hem darphanenin işlerini (bila ücret) yapar, reis-i cumhurun namelerini ikiletmeden yazar.
Kamışı mürekkebe daldırıp, tek elif çizmenin bile riskli olduğu yıllarda İsmail Hakkı bey "Şark Tezyini Sanatlar Mektebi"nde "tezhip" (süsleme) dersleri verir, o engin birikimini Dr. Süheyl Ünver gibi gençlere aktarmaya bakar.
1924 yılında Ebülhattatin (Hattatların babası) adıyla anılan Mehmed İlmi Efendi vefat eder, onu Üsküdar-Çiçekçi'de sohbet ettiği kahvehanenin köşesinden alır, on adım ötedeki kabrine bırakırlar. Babasının kaybı ile İsmail Hakkı Bey'in yükü ağırlaşır, vazifesi artar.
Ünlü müzehhib eline fırçasını aldı mı dünyadan kopar, bazen haftalar geçer tıraş olamaz. "Ne o sakal mı bıraktın" diye soranlara "evet bıraktım" der, duasını okutup etrafını toplar. Doğrusu bu pamuk çerçeve onun yüzüne pek yakışır, ak sakalı hale gibi parlar.
1946 yılında Üsküdar-İhsaniye'deki evinde vefat eden ünlü tuğrakeşin mezar taşını (vasiyeti üzerine) Necmeddin Okyay (celi ta'lik usulle) yazar. O devirde böyle bir taş yazmak suçtur ama talebeleri bunu göze alırlar.
Hüvel Baki
İsmail Hakkı Bey'in cenazesi kubbesini elceğizi ile yazıp bezediği Üsküdar Selimiye Camii'nden kalkar.
Hat sanatımıza Mustafa Halim Özyazıcı, Macid Ayral ve Mehmed Şevket Efendi gibi değerleri kazandıran İsmail Hakkı Bey'i Karacaahmet Mezarlığında toprağa bırakırlar.
Minnetsiz Adam
Malik Aksel’den naklen Şevket Rado, Türk Hattatları isimli eserinde bir hatıra nakleder. Buna göre:
“Bir gün hattat Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey, iki elinde iki büyük paket olduğu halde Karaköy’den vapur iskelesine doğru gidiyordu. Hemen yanına yaklaştım, paketlerden birini ben taşıyayım dedim. Tereddüt etmeden “Al..” dedi.
Bu sefer Kadıköy İskelesi’ne değil de Karaköy Muhallebicisi’ne doğru yürüdü. İçeri girdik.
“-Hocam, hani iskeleye gidiyordunuz ?”
Cevap vermedi, muhallebici çırağına:
“-Evlat, bir limonata bir de muhallebi!” dedi.
Sonra kendi kendine söylenmeye başladı:
“Allah insanı karısına, evladına, talebesine muhtaç etmesin. Benim eşyamı taşıyorsun, onun hakkını ödemeliyim.”
“Üstadım, dedim, asıl biz sizin hakkınızı ödeyemeyiz, hocalık hakkınızı. Senelerdir sizden feyz aldık, bunu nasıl unuturuz?”
“O başka, diye cevap verdi. Onun karşılığını maarif vekaleti bana ödedi…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder