10 Mayıs 2009 Pazar

Zeynep ile Kamil

Zeynep Hanımefendi ile Kâmil Paşa’nın ölümsüz aşkıyla ilgili
olarak “Rivayet muhtelif ama maksut bir.”

Katip Yusuf Kâmil Bey, atandığı yeni işine başlamak için Mısır’a
doğru yola çıktığında, o yolun sonunda kendisini yeni işinden de
önemli, yepyeni bir yaşamın beklediğini elbette bilmiyordu.

Fakat orada Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kızı
Zeynep Sultan’la karşılaştığında, yalnızca yaşamı boyunca
değil, yaşam sonrasının sonsuzluğunda da ondan ayrı
olamayacağını çok iyi biliyordu. Bir şeyi daha biliyordu Katip
Yusuf Kâmil Bey: Âşık olduğu Zeynep Hanımefendi’nin de aynı
duygular içinde olduğunu...

Çünkü Zeynep Hanımefendi de, İstanbul’dan gelen bu katip
beye âşık olmuştu ve... O da biliyordu artık, yaşamının da,
yaşamı sonrasının da Yusuf Kâmil Bey’siz olamayacağını...

Varlığı böylesi yüce aşklarda ortaya çıkan bir engel, Zeynep
Hanımefendi’yle Yusuf Kâmil Bey’in aşklarında da ortaya çıktı.
Hatta bu engel, ikisinin ortasına girdi, ikisini iki yana ayırdı.

Bu engel, okuma yazma bile bilmediği ileri sürülen Mısır Valisi
Mehmet Ali Paşa’nın kendiydi.

Kızının, bir katibe olan aşkına “Baba” kimliğiyle karşı çıkan
Mehmet Ali Paşa, yaşamındaki ilk “karşı duruş”unun yenilgisini
kızından aldı. Kızı, aşkının büyüklüğü yanında “baba sevgisi”,
“baba saygısı”, hatta “baba korkusu”nu görmezden gelmiş ve
tüm bu engellerin üstünden yürüyerek kendini, ortak
savaşımlarının “muzaffer kahramanı”nın kollarına atmıştı.

Mehmet Ali Paşa, kızının bu zaferini bir tutsak çaresizliğiyle
olduğu denli, bir “baba olgunluğu”yla da kabul etmek zorunda
kaldı.

Ve “damat adayı”nın elinden tutarak, onun önce makamını
yükseltti, sonra da o eli, “iyilik perisi” olarak anılan kızının
eliyle birleştirdi.

Zeynep Hanımefendi ile Yusuf Kâmil Bey’in aşklarına yaraşır
görkemdeki düğünleriyle, görkemli bir aşk öyküsü de
noktalanmış oldu.

Fakat çok geçmeden “hava birden bulutlandı, karardı” ve iki
âşık karı koca, sinsi bir kara kedinin aralarına girmesiyle
birbirlerinden ayrıldılar.

Bu kara kedi, Mehmet Ali Paşa’nın torunu ve yönetimde etkin
bir yeri olan Abbas Hilmi Paşa’ydı. Eniştesi Yusuf Kâmil Bey’in
Fransız yanlısı olduğunu da ileri süren Abbas Hilmi Paşa,
teyzesiyle eniştesini ayırmayı başarabilmişti;
ama Padişah Abdülmecid’in araya girmesiyle daha sonra
onların yeniden biraraya gelmelerini de sağlamıştı.

Bu konuda Abdülmecid’in başlattığı girişimi daha sonra Sultan
Abdülhamid sürdürmüş ve iki âşık, kısa aralıklarla Mısır’dan
İstanbul’a getirildiler ve nikahları tazelenerek, yeniden
evlendirildiler.

Eşinden ayrı kaldığı sürede paşalığa yükselen ve artık Yusuf
Kâmil Paşa olarak anılan damada bu nikah tazelenmesi
olayında Londra Büyükelçisi Mustafa Reşit Paşa, Zeynep
Hanımefendi’ye de Şeyhülislam Arif Hikmet Bey
vekil olmuşlardı.

Uzun bir ayrılıktan sonra bu kez İstanbul’da birbirlerine
kavuşan çift, el ele vererek İstanbul’u hayır yapıtlarıyla
donatmaya başladılar.

Zeynep Kâmil Hastanesi, işte onların bu yapıtlarından biridir.

•Yusuf Kâmil Paşa kimdir?

1808 doğumlu Yusuf Kâmil Bey, bir süre Divan-ı Hümayun
Kalemi’nde çalışmış ve Mısır’a gitmiştir. Mehmed Ali Paşa’nın
güvenini kazanarak önce Mısır Hazine Kâtipliği’ne, sonra da
Mehmed Ali Paşa’nın Maiyet Kâtipliği’ne getirilen Yusuf Kâmil
Bey kaymakam rütbesiyle asker olarak, mirlivalığa dek
yükseldi; 1845’te Sultan Abdülmecid tarafından kendisine
Mirmiran rütbesi verildi.

Padişahın fermanıyla 1849’da İstanbul’a gelir ve Rumeli
Beylerbeyi rütbesiyle Meclis-i Vâlâ üyeliğine atandığı
vezirliğe de yükseltilen Yusuf Kâmil Paşa, 1852’de Ticaret
Nazırı, 1854’te Tanzimat Meclisi Reisliği’ne getirilmiş,
1862’de de Sultan Abdülaziz’e sadrazam olmuştur. Onun,
1862’de Fransızca’dan çevirdiği Fenélon’un “Telemaque”ı,
Türkçe yayımlanan ilk çeviri romandır.

•Zeynep Kâmil Hanımefendi kimdir?

Zeynep Hanımefendi, güzelliği yanısıra hanımefendiliği ve
yardımseverliğiyle de özel bir üne sahipti. Konağında
ağırladığı önemli kültür ve sanat adamlarına karşı sevgisi ve
desteğinin yanında Alevi dedeleri başta olmak üzere dönemin
din ve tasavvuf ulularına karşı gösterdiği saygıyla da
tanınmaktadır. Sokaktaki kedilere baktığını öğrendiği yoksul
bir kadına 15 altın aylık maaş bağlatması, onun sayısız
iyiliklerinden yalnızca biridir.

Zeynep Kâmil Hastanesi, Yusuf Kâmil Paşa ile eşi Zeynep
Hanımefendi tarafından, yaşadıkları semtteki özel
mülklerinde, hastalara ücretsiz hizmet vermek amacıyla
yaptırılmıştır.

İstanbul’un ilk özel hayır kurumu kabul edilen bu hastane
1862 yılında yapılmıştır. Hastane binasının ön cephesindeki
kitabede “fihi şifaun li’n nas” “onda insanlar için sağlık vardır”
yazısı (Nahl suresi 69. ayet) hâlâ okunabilmektedir.

1933’te İstanbul Belediyesi’ne devredilen hastane, 1935’te
doğumevine dönüştürülmüş, 1982’de ise İstanbul Belediyesi
tarafından Sağlık Bakanlığı’na devredilmiştir. Bugün, ilk
yapının yanında yer alan binalardaki birimleriyle birlikte TC
Sağlık Bakanlığı Zeynep Kâmil Kadın ve Çocuk Hastalıkları
Eğitim ve Araştırma Hastanesi adıyla hizmetini
sürdürmektedir.

Yumuşak kalpli Zeynep Kâmil Hanım’ın yaptırdığı taş bina,
yapısındaki zarif görünümünü bugün de korumaktadır.
Bahçede, manolyaların, köknar ların ve dalları birbirini
kucaklayan dev çam ağaçlarının arasında bir türbe var.


Zeynep Kâmil Hanım’ın şıklığını ve konuk gelecek özeniyle bir
prenses elinin az önce değdiği duygusunu köşe vitrinlerinde
yaşatan, loş; ama aydınlık bir türbe ..

26 Nisan 2009 Pazar

Cafe İstanbul

Bu hafta sonu Tahtakale'de dolaşırken keşfettiğim bir mekan Cafe İstanbul ...

Mekan eski Tahtakale Hamam'ı içerisinde. Tahtakale Hamam'ı ile ilgili İslam Ansiklopedisi'ndeki açıklama şöyle ;

"Yapı, II. Mehmet Dönemi (1451-1481)'nde inşa edilmiş, İstanbul'un en eski Osmanlı Eserleri arasındadır. Hakkında ilk bilimsel çalışma 1916-17 de H. Glück tarafından yapılmış, o günlerde harabe halindeki yapının kabaca planı çıkarılmıştır.
I. Dünya savaşından sonra Vakıflar İdaresi tarafından satılmış, yeni sahipleri içine, 4 kata varan betonarme mekanlar yaparak buz deposu olarak kullanmışlardır.
1980li yıllarda peynir deposu olarak kullanıldıktan sonra, özel turistik çarşı olarak kullanılmak üzere restore edilmiş ve içindeki betonarme ekler temizlenmiştir."


Hamam'ın sadece bir bölümünü oluşturuyor Cafe İstanbul . Diğer bölümler malesef boş .Döneme has bir düzenleme yapılsa topyekün bir hayli güzel bir mekan olabilir. Cafe oldukça soğuk , sıcak yaz aylarında bu çevrede geziyorsanız soluklanmak için ideal bir kaçış noktası olabilir.

İçerisi biraz şark biraz osmanlı tarzı döşenmiş ..




Çevrede bulunan yakın mekanlar Rüstem Paşa Camii ve tabii meşhur Hamdi Restaurant.


24 Nisan 2009 Cuma

İsmail Doruk

İsmail Doruk, İsmail Bülbül Hoca adıyla anılır. Sesiyle gönüllere taht kuran müezzin, mevlidhan ... Ruhun Şad,Mekanın Cennet Olsun hocam .


Bülbül Kasidesi




Allah Kasidesi



Mevlid I. Bölüm



Mevlid II. Bölüm



Mevlid III. Bölüm

24 Mart 2009 Salı

Üsküdar'da Ezân



Ezân, Arapça'da "bildirmek, ilân etmek" anlamını da hâiz olan EZN masdarından türemiştir; mü'minlere namaz vaktini hatırlatmak ve câmiye çağırmak üzere Cenâb-ı Peygamber Efendimiz'in Medine'ye hicretinden sonra uygulanılmaya başlanan bir sünnettir. Önceleri müslümanlar namaz vakitlerinde Mescîd-i Nebevî'de çağrısız toplanırlarmış. Ezânın ihdâsından önce de birisinin yüksek sesle "Es salâtü câmia" diyerek mü'minleri namaza dâvet etmesi âdeti teessüs etmiş.

Rivâyete göre, Cenâb-ı Peygamber mü'minleri namaza çağırmak için nasıl bir usûl izlenmesi gerektiği husûsunda bâzı sahâbeye danışmış; ama onların teklif ettikleri çan çalarak ya da boru öttürerek yâhut ateş yakarak çağırmayı, birini hıristiyan diğerini yahudî ve sonuncusunu da mecûsî âdeti olduğu için kabûl etmemiştir.

Gene rivâyete göre ezân, sahâbeden ve Medine'li ensârdan Ebû Muhammed Abdullāh bin Zeyd bin Sa'lebe'nin (vef. H. 32) gördüğü bir rüyâda kendisine öğretilmesi ve bunu Cenâb-ı Peygamber'e nakletmesi üzerine vaz edilmiştir. Bunun üzerine Ömer aynı rüyâyı kendisinin de görmüş olduğunu iddia etmiş ve Abdullāh bin Zeyd'in kendisinden önce davranıp Hazret-i Muhammed'e rüyâsını anlatmış olmasından üzüntü duymuştur.


Bütün ömrü boyunca Hazret-i Peygamber'e Bilâl-i Habeşî ile, Abese Sûresi'nin ilk iki âyetinin inzâl sebebi olarak gösterilen, âmâ İbn Ümmü Mektûm el Kureyşî el Âmirî müezzinlik etmişlerdir.

Çocukluğumda ezân:


Bu Türkçe ezânda "Haydi felâha" ibâresi önce "Haydi kurtuluşa" diye teklif edilmiş iken, bunun İstanbul'da daha çok Rumlar'ın ikāmet ettikleri Kurtuluş semtini çağrıştıracağı endîşesiyle, Atatürk tarafından "Haydi felâha" ibâresinin uygun bulunmuş olduğu rivâyet edilmektedir.

Türkçe ezân özlemi ilk defa Ziyâ Gökalp tarafından 1918 yılında ortaya atılmıştır. Atatürk tarafından da benimsenerek 1932 yılında zorunlu olarak uygulanmaya başlanılan ve Türk Cezâ Kānûnu'nun 526. maddesi kapsamında farz edilerek yürütülmekte olan bu tedbirler 1941 yılında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü zamanında çıkarılan 4055 sayılı "Arapça Ezân ve Kamet'in Memnûiyeti" hakkındaki kānûnla pekiştirilmiştir.

Buna göre: "Arapça ezân ve kamet okuyanların üç aya kadar hapsi veyâ 10 liradan 200 liraya kadar para cezâsıyla cezâlandırılması" öngörülmekteydi.

Ezânın Arapça okunmasının serbest bırakılması Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 16 Hazıran 1950 târihli kararıyla mümkün olmuştur. Bugün okunmakta olan ezân: Allāhu Ekber (4 kere)/Eşhedü en lâ ilâhe illâllāh (2 kere)/Eşhedü enne Muhammeden resûlullāh (2 kere)/ (2 kere)/Hayyâ ale-s selâ (2 kere)/Hayyâ ale-l felâh (2 kere)/(Sabah namazı için) Es selâtü hayrun mine-n nevm (2 kere)/Allāhu Ekber (2 kere)/Lâ ilâhe illâllāh (2 kere) şeklindedir.

Abdülbâkıy Gölpınarlı, Cenâb-ı Peygamber ve Ebûbekir zamanında ezânda Hayyâ ale-l hayru-l amel diye bir ibâre bulunduğunu fakat bunun halîfe Ömer'in re'sen Hayyâ ale-l felâh'a çevirttiğini söylemektedir1. Ayrıca, Mâlikî'ler ezânın başındaki tekbîri 4 kere değil yalnızca 2 kere okumaktadırlar. Hanefî mezhebinden İmâm Ebû Yusuf ile İmâm Muhammed de, Abdullāh bin Zeyd'den gelen bir rivâyete dayanarak ve Medine halkının uygulamasına bakarak, uygulamanın Mâlikî mezhebininki gibi olması gerektiğine hükmetmişlerdir.

Çocukluğumda Üsküdar'da civârımızdaki câmilerin müezzinleri sabah ezânında Sultanahmet Câmii baş imâmı hâfız ve bestekâr Sâdettin Kaynak'a taş çıkartan bir mûsıkî kültürüyle Sabâ ya da Dilkeşhâverân makāmından ezâna başladılar mıydı hepimiz yataklarımızdan doğrulur ve huşû içinde bu ezânları dinlerdik. Bir ta­raftan hoparlörlerin olmayışı, diğer taraftan hepsi de mûsıkîye âşinâ olan müezzinlerin biribirlerinin seslerini kesmeden sırayla ezânlarını terennüm etmelerindeki yüksek âhenk hepi­mizi mest ederdi.


Ezân sesleri kesilir kesilmez, bu sefer de, hemen her evin bahçesindeki kümeslerin Denizli'li efendileri bir başka âhenk içinde ama bu sefer sanki bir müsâbakaya katılmış da üstünlüğünü herkese tasdik ettirmek isteyenlerin gayretiyle ötüşmeğe başlarlardı. İdrâk sâhipleri için, ezânlardan mest olup da başı tekrar yastığa düşenlerin namaz vaktini kaçırmamaları için son bir ihtardı bu!

Yazları ise bahçelerimizde yurt edinmiş olan bülbüllerin terennümü sabah namazını edâ etmiş olanların mükâfatı olur, millet gün doğmadan yastığa başını koymazdı. Aslında o devirde sabah namazından sonra Cenâb-ı Hakk'a niyâz etmek ve Kur'ân okumak varken yat­mak zül sayılırdı. Herkes, erken kalkmanın insanın betini bereketini arttırdığı inancıyla, ibâdetini bitirir bitirmez hemen günlük işlerine koyulurdu. Namazdan sonra uyuyanlar ise, çoğunlukla bizim gibi çocuklar ve hâlsiz hastalar olurdu.

Çocukluğumda Emetullāh Gülnûş Vâlide Sultan Câmii'nin (yâni, halk arasında, Yeni Câmi'nin) 6 kişilik bir müezzin kadrosu vardı. Başmüezzin (ya da eski tâbiriyle Sermüezzin) bir Bektâşî babası olan Abdüllâtif Baba idi. Diğerleri arasında Celvetî-Melâmî Eşref Ede Efendi vardı. Hepsi de hâfız ve mûsıkîye bihakkın vâkıf kimselerdi.


Öte yandan Mihrimah Sultan (ya da İskele) Câmii'nin Şâbanî imâmı Nâfiz Uncu Efendi'nin de sesi, babam hâfız Nurullāh beyin naklettiğine göre
hârikulâdeymiş. Aya­sof­ya Câmii'nde mu­kā­be­le oku­du­ğu za­man­lar­da câmide iz­di­hâm olur, bil­has­sa ha­nım­lar Nâfiz Ho­ca'yı din­le­mek üze­re bu câmie fevc fevc akar­lar­mış. Bu­nun ne­ti­ce­sin­de Nâfiz Ho­ca'nın ben­li­ği ka­bar­mış. An­cak bir müd­det son­ra nef­sin­de zu­hur eden bu ben­lik onu ra­hat­sız et­meğe baş­la­mış ve bu­nun tek zâhirî se­be­bi­nin gü­zel se­si ol­du­ğu­nu idrâk eder et­mez de derhâl enâniyyetinden ötü­rü Allāh'a töv­be edip bu se­si on­dan al­ma­sı husûsunda müntesibi olduğu Nasûhî Dergâhı'nda niyâzda bu­lun­muş. Bu hâlis duâsı ka­bûl olun­muş ki, er­te­si sa­bah kalk­tı­ğın­da o gü­ze­lim se­si­nin git­miş, ye­ri­ne kı­sık, çat­lak ve boğuk bir se­sin ikā­me edil­miş ol­du­ğu­nu se­vinç­le gör­müş.

Eskiden müezzinler minârenin şerefesine çıkarak ezân okurdu. Bunlar, civardaki câmilerin müezzinlerinin de minâreye çıkmış olduğunu görmeden ezâna başlamazlardı. En büyük câminin müezzini ezâna başlar, ilk cümleyi nidâ ettikten sonra daha küçük câmilerin müezzinleri sırayla aynı cümleyi nidâ ederler, ve ezân bu minvâl üzere sürüp giderdi. Bu usûlün Emevîler devrinde Şam'da icâd edilen bir usûl olduğu rivâyet edilmektedir. Üsküdar'da meselâ ilk olarak Gülnûş Vâlide Sultan Câmii ezâna başlardı. Ondan sonra mücâvir câmi ve mescidlerden, ikinci sırada İskele Câmii, üçüncü sırada Şeyh Câmii, daha sonra Davutpaşa Camii ve Selmanağa Mescidi sırayla ezâna başlarlardı. Eğer Gülnûş Vâlide Sultan Câmii müezzini sabah ezânına sabâ makāmından başlamışsa diğerleri de edeben sabâdan başlardı. Selâtin câmilerde, nâdiren, iki müezzin iki ayrı minâreden aynı anda fakat bu kurallara uyarak ezân okurdu . Buna genellikle "çifte ezân" denirdi.


Üsküdar müezzinleri, genellikle, sabah ezânını: sabâ ya da dilkeşhâverân; öğle ezânını: rast, hicâz; ikindi ezânını: uşşâk, hicâz, bayâtî; akşam ezânını: segâh, dügâh, rast, hicâz; yatsı ezânını ise: rast, uşşâk, nevâ, bayâtî ya da hicâz makamlarında nidâ ederlerdi. Hanefî, Şâfiî ve Mâlikî mezheblerinin aksine, Hanbelî mezhebi ezânın makamla okunmasını tasvib etmemektedir.

Üsküdar'ın müezzinleri arasında merhûm hâfız Âmâ Tevfik'i de unutmamak lâzımdır. Âmâ Tevfik iri yapılı, gür ve pürüzsüz sesli, mûsıkîye âşinâ ve hadîs bilen bir zâttı. Yaz olsun kış olsun her namaz vakti Yeni Câmi'nin iki minâresinden birinin ilk şerefesine çıkar ve o gür ve dâvûdî sesiyle ezân okuduğu zaman bütün Üsküdar ayağa kalkar bu usta sesi huşû içinde dinlerdi.

Üsküdar'ın bâzı câmi ve mescidlerinin imâmları ve müezzinleri namaz kılmaya gelen çocukları ve delikanlıları heveslendirmek üzere onlara önce kametin nasıl okunacağını tâlim ederler ve daha sonra da gerçekten de kābiliyetli olanlarını minâreye çıkartıp ezân okuturlardı.

Ben Ayazma 21. İlkokulu'nda 4. ve 5. sınıfları okurken iki sevgili sınıf arkadaşım: Allāh ömrünü tezyid etsin Ahmet Taşçıoğulları ile Allāh ganiy ganiy rahmet eylesin Âmil Çelebioğlu okula mücâvir Ayazma Camii'nde öğle paydosunda namaz kılmaya gittiklerinde imâmın ve müezzinlerin de teşvikiyle iki yıl müezzin yardımcılığı yapmışlardı.

Çocukluğum ve gençliğimde ne şehrin içinde ve ne de Boğaz'da bugünkü kadar bir gürültü vardı; öyle ki bâzı günler bizler Balaban semtinde ikāmet etmekte olduğumuz, babaannemin babası Münib Paşa'nın konağı'ının 3. katından Ortaköy Câ-mii'nden ya da eski Feriye Sarayları'nın ardına düşen Yahyâ Efendi Dergâhı'ndan okunan sabah ezânlarını duyabiliyorduk.

Osmanlı Sarayı'nda Müezzinbaşılık önemli bir mevkı' idi. XIX. yüzyılın meşhur bestekârlarından Şâkir Ağa, Hammâmîzâde İsmâil Dede, Hacı Hâşim bey ile Rıfat bey de bu görevde bulunmuş olanlardandır.


1950'li yılların sonuna kadar Üsküdar'daki müezzinlerin bir tekinin bile falsolu bir ezân okuduğunu duymadım. Ezân okumanın soysuzlaşması Demokrat Parti iktidârının Hacc'a gidişi kolaylaştırmasıyla başladı. İsmet İnönü rejiminin din üzerindeki ağır baskısıyla izole kalmış ve kritik düşünceden uzaklaşıp taklîd ile yetinmiş olan nesiller Hacc'a gittikleri zaman Suudî Arabistan'da gördükleri dinî uygulamaları Cenâb-ı Peygamber'in zamanındanberi bozulmadan kalmış Sünnet-i Seniyye'nin ta kendisi zannederek Türkiye'ye aktarıp taklîd etmeye ve hattâ icbâr etmeğe başladılar.

Çocukluğumda ve gençliğimde Üsküdar'da, İstanbul'da, Bursa'da, Adapazarı'nda ve Kayseri'de ziyâret ettiğim, namaz kıldığım bütün câmilerde erkekler ile kadınların saflarının arasında, namazda, sâdece 1,5-2 metrelik bir koridor bırakılırdı. 1955 yılından i'tibâren kadınlar perdeler ya da kafesler arkasında namaz kılmaya icbâr edildi. Kur'ân ise, Osmanlı'nın o kanaviçe gibi işlemiş olduğu Kur'ân kıraat tavırları terk edilerek, arap şîvesi taklîd edilmek sûretiyle okunmaya başlandı.

Eskiden câmilere müezzin ve imâm tâyini özellikle namzetlerin mûsıkî bilgileri kontrol edilerek yapılırken bu titizlik de bir süre sonra tavsadı. Önce şerefelerde müezzinlerin yerini hoparlörler aldı; ve ortalığı ezân okumayı arap şîvesiyle böğürmek zanneden, ve özellikle de sabah ezânında ne kadar yırtınırcasına böğürürse o kadar çok sevap kazanacağını uman bir echel takımı kapladı Olmayacak yerlerde heceleri uzatma, üç medd'lik yerde 15 medd'lik "yırtınma" gürültüleri ortalığı sardı. Üsküdar'ın pekçok mahallesinde eski üsküdarlı dindarlara da, bu durumda "Fesubhânallāh" diyerek sabır izhârından başka hiçbir tercih kalmadı.

Nefesler


Ben yitirdim ben ararım yar benimdir kime ne

Kah girerim öz bağıma gül dererim kime ne

Kah giderim medreseye ders okurum Hak için

Kah giderim meyhaneye dem çekerim kime ne


Sofular haram demişler bu aşkın şarabına

Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne

Ben melâmet hırkasını kendim giydim eğnime

Ar u namus şişesini taşa çaldım kime ne


Sofular secde ederler mescidin mihrabına

Yâr eşiği secdegâhım yüz sürerim kime ne

Kah çıkarım gökyüzüne hükmederim Kaf-be-Kaf

Kah inerim yeryüzüne yar severim kime ne


Kelp rakip böyle diyormuş güzel sevmek pek günah

Ben severim sevdiğimi günah benim kime ne

Nesimi'ye sordular ki yarin ile hoş musun

Hoş olayım olmıyayım o yar benim kime ne



Sorma be birader mezhebimizi
Biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır
Çağırma meclis-i riyaya bizi
Biz şerbet içmeyiz dolumuz vardır
Bizim söyleyecek sözümüz vardır

Biz müftü bilmeyiz fetva bilmeyiz
Kıl ü kal bilmeyiz ifta bilmeyiz
Hakikat bahsinde hata bilmeyiz
Şah-ı Merdan gibi ulumuz vardır
Bizim söyleyecek sözümüz vardır

Bizlerden bekleme züht ü ibadet
Tutmuşuz evvelden rah-ı selamet
Tevella olmaktır bize alamet
Sanma ki sağımız solumuz vardır
Bizim söyleyecek sözümüz vardır

Ey zahit surete tapma hakkı bul
Şah-ı velayete olmuşuz hep kul
Hakikat şehrinden geçer bize yol
Başka şey bilmeyiz Ali'miz vardır
Bizim söyleyecek sözümüz vardır

Nesimi esrarı fas etme sakın
Ne bilsin ham ervah likasın hakkın
Hakkı bilmeyene Hak olmaz yakın
Bizim Hak katında elimiz vardır
Bizim söyleyecek sözümüz vardır




Bu bir acaip haldir bu hale kimse ermez

Alimle davi kılar, Veli değme göz görmez

İlm ile hikmet ile, kimse ermez bu sırra

Bu bir acaib sırdır, ilme kitaba sığmaz


Alem ilmi okuyan, dört mezhep sırrın duyan

Aciz kaldı bu yolda, bu aşka el uramaz

Yunus canını terk et, bildiklerini terk et

Fena olmayan suret, şahına vasıl olmaz


Unuttum din diyanet, kaldı benden

Bu ne mezheptir, dinden içeri

Dinin terk edenin küfürdür işi

Bu ne küfürdür imandan içeri

Geçer iken Yunus şeş oldu dosta

Ki kaldı kapıda andan içeri


Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil

Bilmezmisin cahillerin nice geçer zamanesi


Ey sözlerin aslın bilen, gel de bu söz kandan gelir

Söz aslını anlamayan, sanır bu söz benden gelir

Söz karadan aktan değil, yazıp okumaktan değil





21 Mart 2009 Cumartesi

Mustafa Düzgünman

9 ŞUBAT 1920'de İstanbul Üsküdar'da Sultantepe'de doğdu. Babası, aynı semtteki Abdülbâki Efendi ve Aziz Mahmud Hüdâyî Camilerinin imamlığını yapan Saim Efendi'dir. İlk tahsilini tamamladıktan sonra babasının Üsküdar çarşısındaki aktar dükkânında çalışmaya başladı. 1938 yılında, annesinin dayısı hattat Necmeddin Okyay onu, hocalık yaptığı Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nin Türk Tezyinî Sanatları Bölümü'ne kaydettirdi. Burada Necmeddin Okyay'dan eski tarz cilt ve ebru öğrenerek kısa zamanda kabiliyetiyle dikkati çekti, diğer kıymetli hocalardan da faydalandı.

Ancak hayat şartları sebebiyle bir müddet sonra okuldan ayrılarak tekrar baba mesleği olan aktarlığa döndü. Vefatına kadar titizlikle sürdürdüğü bu meslekte işinin ehli güvenilir bir esnaf olarak tanındı.


Akademi'deki talebeliği yıllarında "şemse" denilen klasik cildin güzel örneklerini imal eden Düzgünman, bir müddet sonra o sırada taliplisi çok az bulunan bu sanatı da terketmek zorunda kaldı. Özellikle 1957'den itibaren daha fazla zaman ayırdığı ebruculukla meşguliyetini ise ölümüne kadar sürdürmüştür.

Çeşitli konularda yeniliğe açık olduğu halde ebru sanatında klasik anlayışa sımsıkı bağlı kalan ve bu hususta modern uygulamalara iltifat etmeyen Düzgünman, ebruculukta kendisini geçtiğini söyleyen hocası Necmeddin Okyay'ın bu sanata kazandırdığı çiçekli ebru çeşitlerine papatyayı eklemiş, ayrıca çiçek şekillerini de ıslah etmiştir. 1940'ta başlayıp ölümüne kadar elli yıl süren ebruculuğu sırasında, 1967'den itibaren çeşitli sergiler açan ve bazı sergilere katılan Düzgünman, hem eserleriyle hem de yetiştirdiği öğrencileriyle bu sanatın tanınmasına ve yayılmasına hizmet ederek son otuzbeş yılın ebruculuğuna adeta damgasını vurmuş bir sanatkardır.

Mustafa Düzgünman, ebru sanatı dışında dinî mûsikiyle de meşgul olmuş ve tasavvuf zevkini, Hafız Eşref Ede'den almıştır. Muzıka-i Hümâyun'da yetiştiği için "Mızıkalı" lakabıyla anılan Hafız Muhittin Tanık, Üsküdar'daki Çarşamba Rifâî Dergâhı şeyhi Hayrullah Tâcettin Yalım ve Üsküdar Rifâî Âsitânesi şeyhi Hüsnü Sarıer gibi kıymetli hocalardan istifade etmiştir.

Aziz Mahmud Hüdâyî Camii'nde uzun yıllar cuma günleri iç ezan ve teravih namazı aralarında ilahi okuyuşuyla iyi bir icracı olarak da tanınan Düzgünman'ın, bir kısmının güftesi de kendisine ait olmak üzere değişik makamlarda bestelediği yirmi kadar ilâhisi vardır.

Onun bestekârlık tarafını gösteren ve son yılların dinî mûsiki repertuvarı açısından ayrı bir önem taşıyan bu ilahiler, vefatından önce yakın arkadaşı neyzen Niyazi Sayın tarafından notaya alınarak tesbit edilmiştir. Ayrıca vaktiyle meşkettiği dinî eserleri son zamanlarında banda okuyarak tesbit edilmelerini sağlamıştır.

1953'ten 1979'a kadar yirmialtı yıl müddetle Aziz Mahmud Hüdâyî Dergâhı'nın türbedarliğını yapan Düzgünman, halk ağzıyla koşma tarzında şiirler de yazmıştır. Bunlar arasında, ebrunun tarihçesi, özellikleri ve mahiyetini anlatan yirmi kıtalık "EBRUNAME" en tanınmışıdır.

Kıymetli tesbihler, yazı levhaları, kendi ebruları, şemse tarzında yaptığı kitap kapları, kutu ve çerçevelerden oluşan koleksiyonu halen ailesinde bulunmaktadır. Ayrıca eski tarz körüklü fotoğraf makinasıyla 1000'e yakın hat örneğini emüsyonlu cama tesbit etmiş, bazıları "Kalem Güzeli" (Ankara,1981) ve "İslam Mirasında Hat Sanatı" ( İstanbul, 1993 ) adlı eserlerde yer alan bu fotoğraf camlarının asılları, daha sonra kendisi tarafından Türkpetrol Vakfı'na hediye edilmiştir.

12 Eylül 1990 Çarşamba günü vefat eden Mustafa Düzgünman'ın kabri, Karacaahmet Mezarlığı'ndadır.


( Mustafa Düzgünman'ın özgeçmişi kendi sesinden )

TRT2 nin yapmış olduğu belgesel

Kaynak : http://www.geleneksel-ebru.com/

Kitap :

Eriş, Muin Nursen

Yaman Dede

Kayseri’inin Talas ilçesinde Rum esnaflardan iplik tüccarı Yuvan Efendi ile Afurani Hanımefendinin oğlu Diyamandi 1887 yılında dünyaya gelir. Henüz on aylık iken ailesi Kastamonu’ya göç eder. İlk tahsilini Rum Ortodoks Mektebinde yapan küçük Diyamandi,1901de Kastamonu İdadisi(lise)ne girer. Yedi yıllık idadiyi birincilikle tamamlar. İdadide arkadaşları kendisine “Yamandî Molla” lakabını takarlar. Bir Rum çocuğuna neden molla lakabı takılmış, gelin Yaman Dedenin kendi ağzından dinleyelim:

Dönüşün Kapısı Farsça Dersi

Rüştiye birinci sınıfta iken 13 yaşımda idim. Bu sınıfta Arapça ve Farsça dersleri başlar. Bütün dersleri sevmeme karşın Türk Edebiyatı ile birlikte Arapça ve Farsça’ya pek düşkündüm. Rüştiye ikinci sınıfta ders yılının ortalarındayız. Farsça Hocamız, Şeyh Sadi’nin Gülistan’ını okuturdu. Arada sırada başka manzumeler de yazdırırdı. Bir gün siyah tahtaya yazdığı birkaç beyit kalbimi tutuşturmaya yetti. O beyitleri bugün gibi hatırlıyorum. Mesnevi’nin ilk beyitleri idi:

Bişnev in çün şikayet mî küned/Ez cüdâyîhâ hikayet mî küned
Kez neyistân ta mera bübrideend / Ez nefirem merd ü zen nalideend

Dinle, bu ney neler hikâyet eder,
ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.

Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdan,
erkek ve kadın müteessir olmakta ve inlemektedir.

Tahtaya yazılan ismi bana pek tatlı geldi. Okunan beyitler beni derinden sarstı. Son beyit ise içimi yaktı. O an içimde yanmaya başlayan aşk ateşini kelimelere dökmekte aciz kalıyorum

Farkında Olmadan Mümin Olmak

Farsça dersinde başta Mesnevi olmak üzere Şark İslam Klasiklerinden beyitler ezberleyen,Din Dersinden gayrimüslim talebeler muaf olduğu halde sınıfta oturan ve bir Müslüman gibi İlmihal bilgilerini,Rasulullah’ın hayatını,inanç esaslarını öğrenen Diyamandi, farkında olmadan içindeki aşk ile mümin olmuştur. İslam’a duyduğu sevgi gün geçtikçe artmakta,bir taraftan tıpkı Farsça edebi metinler gibi aruz kalıpları ile rubailer,gazeller yazmaya çalışmaktadır.

Ancak toplum,okul,arkadaş ve aile çevresinde halen Hıristiyan olarak tanınmaktadır.
Arapça metinlerle birlikte hadisi şerif ve bazı ayetleri de ezberlemeye başlar. Yazdığı beyitler, edebiyat hocasının gözünü doldurur. Hocası bir şiirini şu mısralarla övecektir:

Aferin yavrum güzel,hem de pek güzel,.................Aferin yavrum güzel gerçekten çok güzel
Manevi sûrî füyuzun berter etsin Lemyezel ..........Manevi sevinç ve ilhamlarını artırsın Allah

Liseyi birincilikle bitiren Diyamandi,Arapça ve Farsça hocalarından özel dersler de alır. Üniversite tahsili için İstanbul’a hareket eder.

Genç Bir Avukat

İstanbul’da Hukuk mektebine giren Yamandi Molla,fakülteyi bitirdikten sonra devlet kademesinde görev alır. Bu esnada özel hocalardan edebiyat ve İslamî ilimler okumaya devam eder. Kendi ifadesine göre artık hidayet bulmuş,lisana dökemese bile kalpten Kelime-i Şehadeti çoktan kabul etmiş ve gizli Müslüman olarak yaşamaya başlamıştır.

Meşhur mevlevi dedelerinden Ahmed Remzi Dede’den Mesnevî okur. Mesnevide Mevlana’nın mikrobu,serumu haber verdiğini görünce aşkı ve hayranlığı kat kat artar. Hatta Mevlana’nın hayata gözlerini yumacağı tarihi bir beyitte ebced hesabı ile ifşa ettiğine hayretle şahit olur. Mesnevi ve şerhlerini(açıklamalarını) kısa sürede okur.

Bir yandan devlet kademesinde görevine devam ederken diğer yandan şiir çalışmaları sürmekte,Ankara Radyosunda çeşitli Mevlevi büyüklerinin hayatını anlatan sohbet programı yapmaktadır. Bu programlar, devrin gazete yazarları ve ediplerinin dikkâtini çeker. Kısa sürede edebiyat ve ilim çevrelerinde yer edinir.

Aşıklar Kâbesi

Mevleviler arasında Konya; Aşıklar Kâbesidir. Yaman Dede de kırklı yıllarda sık sık Konya’ya sefer eder. Şeb-i Arus törenlerinin özel davetlilerindendir artık.

Biri İstanbul’a gelse ve “Ben Konya’dan geliyorum” dese Yaman Dede “Demek Sultanımızın şehrindesiniz” der; alır,yedirir,içirir ikram eder!... Konya ve Mevlana onun için özel aşk bestesinin vazgeçilmez iki notasıdır.

Müslümanlığını İlanı

1942 yılından itibaren, başta azınlıklara mensup kız ve erkek liseleri olmak üzere çeşitli okullarda Türk Edebiyatı ve Farsça okutan Yaman Dede, devlet hizmetinden ayrılmış, eğitimciliğin yanı sıra serbest avukatlık yapmaya başlamıştır.

Anadolu’nun çeşitli vilayetlerinde Mevlana konulu konferanslar verir. Ancak halen gizli bir mümindir. Namazını en kuytu semtlerin küçük mescitlerinde kılmakta,Ramazanda gizli oruçlar tutmaktadır. Kızı ve eşi inancından habersizdir. “Tam kırk yıl bazen sahursuz bazen iftarsız oruçlar tuttum, ama ailem bunu hiç bilmedi!..” der hatıratında.

Ezan okunur, eşi ve kızı görmesin diye kapısını sıkı sıkıya kilitleyip namazını kılar. Ramazan gelir, sahursuz oruç tutar, akşam yemeklerini hep dışarıda yer. Kahvaltısı getirilice pencereyi açar sütü ya da çayı dışarı döker, ekmekleri doğrayıp kuşlara serper...

Avukatlıktan çok zamanını lise derslerine, gençliğin manevi aşkı tanımasına ayırmaktadır.

15 Şubat 1942 de ismini değiştirir ve Mehmet Abdülkadir KEÇEOĞLU adını alarak nüfus idaresine ismini ve yeni dini İslam’ı tescil ettirir. Bu sırada 55 yaşındadır. Kırk yıldır sakladığı yeni kimliğini kuşanmış, ama o saatten sonra da aile içi sancı başlamıştır.

Ceketi Alıp Çıkmak

Üsküdar’daki evinde bir kış gecesi durumu kızı ve eşine açar. Karısı ve kızı o an feryadı basarlar. Haber Patrikhaneye kadar ulaşır. Dönemin Hıristiyan din adamları, ya Hıristiyanlığa dönmesi ya da karısından boşanması konusunda baskı yaparlar. Karısı bu ikilem karşısında kararlı bir tutum sergileyemez.

Yaman Dede, zor ama cesur bir karar alır. Evden ayrılacak, yalnız yaşayacaktır.
Yerde dizlere kadar kar, havanın keskin ayaz olduğu bir Şubat gecesi ailesini toplar ve:“Aşkımın bedeli bu yaşananlar. Sizler sakın üzülmeyiniz. Aşk, ıstırapsız olmaz. Size acı vermeye hakkım yok. Bu ev ve içindekiler size kalsın. Elveda!..”

Ceketini alıp çıkmıştır artık. Üsküdar, Selamsız Yokuşundan iskeleye iner. Sabah ezanına kadar o soğukta sokakları ve sahili arşınlar. Sabah karşıda, Karaköy’deki avukatlık bürosuna geçer. Birkaç gece burada yatıp kalkar. Dostlarının,öğrencilerinin evlerine misafir olur bazı geceler.

Hocaların Hocası

Azınlık okulları yanı sıra İstanbul İmam Hatip Okulu ve Y.İslam Enstitüsünde de Farsça derslerine girer. Bugün her biri kendi branşında otorite olan Prof.Dr.Hayreddin Karaman, Prof.Dr.Bekir Topaloğlu, Prof.Dr.Emin Işık,İstanbul Eski Müftüsü Selahaddin Kaya,Osman Nuri Topbaş gibi pek çok öğrenci Farsça’yı ondan öğrenir. Mevlana’yı onun gözyaşları içinde verdiği derslerden tanırlar.

Allah,Rasülullah, Mevlana, Konya,Aşk deyince hüzün çöken,hemen ağlamaya başlayan ikinci bir kişinin görülmediği bu zatların beyanlarından anlaşılmaktadır.Dede’nin fenafi’l-Mevlana hali, aşkın kanatlarında merhale merhale fenafi’r-Rasul’e (sas) ulaşır.

Yaman Dede’nin gönlü zamanları aşıp Rahman’ın dilediği gönüllere ulaşan Hz Muhammed sevgisiyle yanar da yanar. Şairin dediği gibi olmuştur hâli:“Aşkın ile âşıklar yansın Yâ Rasulallah...’’

Peygamber aşkı bu ince ruhu yaktıkça yakar, erittikçe eritir. Bunu Ahmet Kahraman şöyle anlatıyor:

“Yaman Dede 1959–1960 döneminde Farsça dersimize geliyordu. Bir gün dersler bitti, okuldan çıktık. Taksim’e doğru gidiyorum. Alman Sefareti (elçiliği) civarında bir mescit var. İşte oradan yukarı doğru tek başıma gidiyorum. Bir baktım Yaman Dede, mescidin duvarına yaslanmış, son nefesini verir gibi bir hali var.

Halsiz, mecalsiz, başı hafifçe sağ öne düşmüş, boynu bükülmüş, öyle duruyor. Hemen koşarak yanına gittim ve: ‘Hocam, hayırdır, geçmiş olsun neyiniz var, hasta mısınız?’ dedim.Baktım Hoca ağlıyor. ‘Hocam niçin ağlıyorsunuz, başınıza bir şey mi geldi?’ dedim.

Şöyle çok ince, çok tiz, çok gevrek, ipil ipil dökülen bir sesle: ‘Hayır yavrum hayır!’ dedi. ‘ Resulullah (sas) aklıma geldiği zaman, kendimi kaybediyorum, ayakta duracak mecalim kalmıyor, ya bir yere dayanmam gerekiyor veya oturmam icap ediyor.’

İkinci Evliliği ve Vefatı

Dostlarının teşvik ve tanıştırması ile ilkokul öğretmenliğinden emekli Hatice Hanım’la hayatını birleştiren Yaman Dede, eski karısı ve kızını zaman zaman telefonla arayarak hediye ve ikramlarda bulunmayı ömür boyu ihmal etmemiştir.1962 yılına gelindiğinde çok hasta olmasına karşın Acıbadem’deki evinden Bağlarbaşı’ndaki Yüksek İslam Enstitüsüne derslere gelmeye devam eder. O artık paltosu içinde zayıf, ceset gibi solgun,75 yaşın yorgunluğuyla bedenini sürüyerek yürümektedir.3 Mayıs 1962 Perşembe günü “Ölüm asûde bir bahardır” diyerek Hakka yürür. Öğrencileri ve yüzlerce seveninin omzunda Karacaahmet Mezarlığına defnedilir.

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasulallah
Nasıl bilmem bu nirâna dayandım yâ Rasulallah
Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Rasulallah
Cemâlinle ferahnâk et ki, yandım yâ Rasulallah

Yanan kalbe devasın Sen, bulunmaz bir şifâsın Sen
Bulunmaz bir sehâsın Sen, dilersen rûnümâsın Sen
Habib-i Kibriyâsın Sen, Muhammed Mustafa’sın Sen,
Cemâlinle ferahnâk et ki, yandım yâ Rasulallah...

Diyamandi’den kaynaklanan bir ad verilmiştir ona: Öğrencilik döneminde öğretmenleri ona “Yamandi molla” demektedirler. Hayata atılır, “Yamandi Efendi” olur. Yaşı ilerler “Yamandi’nin ‘di’sini atarlar. Geride “Yaman” kalır. Mevlevi olduğu için de “Dede’yi eklerler böylece “Yaman Dede” çıkar ortaya. Ama o bunu bir türlü kabullenemez: “Bana, ‘Yanan Dede’ veya ‘Yanar Dede’ deyiniz lütfen. Ben Yaman adam değilim. Yanan adamım ben…” Oturur yanmayı istediği Münacaatı’nı yazar:

Yak sinemi ateşlere, efgânıma bakma;
Ruhumda Yanan âteşe, nîrânıma bakma;
Hiç sönmeyecek aşkıma, îmânıma bakma;
Ağlatma da yak, hâl-i perişânıma bakma.

Ağlatma ki âlâmımı tahfîfe de başlar;
Ağlatma, serinletmededir bağrımı yaşlar;
Rahmetme sakın, gerçi dayanmaz buna yaşlar;
Ağlatma da yak, hâl-ı perişanıma bakma.

Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın;
Âteşle yaşar, yaşla değil, yâresi aşkın;
Yanmaktır, efendim, biricik çâresi aşkın;
Ağlatma da yak, hâl-i perişanıma bakma

YAMAN DEDE







20 Mart 2009 Cuma

Necmeddin Okyay

“Akılalmaz incelikteki Osmanlı zevkinin ve estetiğinin imbiğinden geçmiş o harikulade adam nasıl unutulabilir!” Defterindeki KırkSuretten ilki ve “kendi gök kubbemizde bir kuyruklu yıldız” dediği Necmeddin Okyay’ı anlatmaya böyle başlıyor Beşir Ayvazoğlu.

Ve şöyle devam ediyor:

Mehmed Akif’in en güzel manzumelerinden birinin de kahramanı olan“mecazib-i ilahiye”den Said Paşa İmamı bir gün hiç adeti olmadığı haldekomşusu Nebi Efendinin kapısını çalar ve “Bir oğlun olacak, adınıNecmeddin koy!” deyip uzaklaşır. Yeni Valide Camii İmamı ve Mahkeme-i Şer’iyye Başkatibi Mehmed Abdünnebi Efendi o gece rüyasında odasınınpenceresine bir kuyruklu yıldızın konduğunu görecek ve bu hadisedendört ay sonra doğan (29 Ocak 1883) oğluna Necmeddin adını koyacaktır.

O eski “fakir üsküdar”ın manevi ikliminde milli hayatın bütün ameliyelerinden geçen küçük Necmeddin, mahalle mektebinde başladığı hıfzını Ravza-i Terakki Rüşdiyesi’nde tamamlamış, burada yazı hocası Hasan Talat Bey’in dikkatini hemen çekmiştir. Bu ilginç adam, en kabiliyetli öğrencisine, hezaren çubukla ellerine vura vura Rik’a,Divani ve Celi Divani meşk ettirip icazet verir.

Talat Bey, kendisinin özenle yontup şekillendirdiği elması dahafazla değer kazanması için elinden tutup Sülüs ve Nesih’te üstad olan Filibeli Bakkal Arif Efendi’ye götürür… İs mürekkebinin kokusu ve kamış kalemin aharlı kağıt üzerinde kayarken çıkardığı cızırtı…Onun için yaşamak budur ve artık bol vakti vardır. O halde yazıyla yetinmemeli,bu sanatla ilgili bütün yan bilgileri vakit geçirmeden edinmelidir.Nitekim Konyalı Vehbi Efendi’den eski usülde is mürekkebi imal etmesini öğrenir, devrin en renkli şahsiyetlerinden Şeyh Hezarfen EdhemEfendi’den de ebru ve ahar öğrenmek için Özbekler Tekkesi’ne gidip gelmeye başlar.

Edhem Efendi, günümüzde şaşırtıcı bir canlılık kazananebru sanatının o günlerde yegane temsilcisidir. Bu sanatı ondan devralıp günümüze ulaştıran Necmeddin, komşuları ressam Hoca Ali RızaBey’den de renklerin birbiriyle imtizacı hususunda dersler almış ve ebruda eslafın hiç denemediği yeni bir tarza vücut vermiştir… yazılıebruyu da ilk defa o denemiştir. Çiçekli ve yazılı ebruya bunun için Necmeddin Ebrusu denilmektedir.

Necmeddin’in gözü şimdi Ta’lik’dedir ve bu yazıda devrin en büyük üstadı Hattat Sami Efendi’dir.

Bütün hocalarını son demlerinde yakalamayı başaran Necmeddin, eliniçabuk tutması gerektiğini hissetmiş gibidir. Hezarfen Edhem Efendi1904’te, Bakkal Hacı Arif Efendi 1909’da, Sami Efendi de 1912’de dar-ıbekaya intikal ederler. Babasını da 1907 yılında kaybeden Necmeddinonun yerine Üsküdar Yeni Valide Camii imam ve hatipliğine tayinedilecek ve bu görevi tam kırk yıl sürdürecektir.

Genç sanatkarı , daha sonra hat ve süsleme sanatlarını disiplinaltına almak amacıyla kurulan ve açılışı 18 Ağustos 1915’te yapılanMedreset’ül-Hattatin’de Tuğrakeş İsmail Hakkı (Altunbezer)’nın dizidibinde Celi Sülüs meşkederken ve Tuğra çekerken, çok geçmeden de aynı medresede ebru ve ahar dersleri verirken görürüz.
Necmeddin Okyay, emekli olduktan sonra da yaşamasını istediği kitapsanatlarını talep eden herkese öğretmiş, Niyazi sayın, Ali Alpaslan,Uğur Derman, oğlu Sacid Okyay ve yeğeni Mustafa Düzgünman gibi seçkinsanatkarlar yetiştirmiştir.

Yazıyla ilgilenmeye başladığı tarihten itibaren toplamaya başladığıeserlerle zengin bir hat koleksiyonu vücuda getiren ve imzasızyazıların kime ait olduğunu tereddütsüz söyleyebilen, hatta Rakım,Şevki, Yesarizade gibi çok sevdiği bazı hattatların yazılarının hangiyıl yazıldıklarını bile kestirebilen Necmeddin Okyay, tarih düşürmedeve şive taklidinde mahirmiş.

Necmeddin Okyay, 5 Ocak 1976’da dünyaya gözlerini kapadığında sönengerçekten bir kuyruklu yıldız ve göçen –herhangi bir fert değil- biralemdi.. Çünkü Osmanlı irfanı, zevki, estetiği ve medeniyetimizindireniş gücü onun şahsında özetlenmiş gibiydi.

Bir kimse Kur'anı Kerîm'i hıfza çalışarak hafız, bir başkası yazı sanatıyla uğraşarak hattat olabilir. Ebruculuk sanatını yahud klasik Türk cildi yapmayı meslek edinenler de çıkmıştır.

Âhârcilik (= kâğıt cilalama tekniği) veya eski tarz is mürekkepçiliği ile hayatını kazananlara da târihimizde rastlanır. Hat ve tezhib sanatımızın bir ayrı dalı olan «Zer - endûd» yazı hazırlamakla uğraşanlar da olmuştur.

Ama bütün bu saydıklarımı bir şahıs - en iyi şekliyle - toplayarak «gülcülük» ile râyihalandırmışsa ve «okçuluk» sporu ile gelecek nesillere kadar atabilmişse, işte onun adı Necmeddin Okyay olur! Eskiden, elinde çeşitli marifet ve hüner bulunan böyle kimselere Hezârfen (= bin fen sahibi) denilirdi ve - nurlu yüzünü hâlelendiren beyaz sakalıyla - Necmeddin Hoca, bu Osmanlı Türk tipinin ayakta kalabilen son ihtişamlı temsilcisiydi.

Üstün kabiliyetlerini yerinde kullanabilecek keskin bir zekâya da sahip olduğu içindir ki, bu kadar çeşitli sanat kollarında ihtisas derecesine varan başarıyı sağlamıştır. Hoca'da yarım iş yoktu, önce öğrenir, sonra Fuzûli gibi:

«Aşk İmiş her ne var âlemde, İlm bir kıy! û kaal imiş ancak»

mertebesine ererek âşıkane eserler verirdi.



GÜL, merhumun en büyük meraklarından biriydi. 400 çeşide yakın çeşitli renklerde gül yetiştiren hoca, resimde bunlardan biriyle görülüyor.

Hoca'nın - samimî bir tevazu ile - dâima tekrarladığı şu sözü hatırlarım: «Evlâdım, o devrin en büyük üstadlarından ders gördüm. ama kendim adam olamadım!».

Eski Türk cildi yapmayı kırk yaşından sonra kendi gayretiyle öğrenen Necmeddin Efendi'nin 1916'dan 1948 yılına kadar «Medresetü'l Hattatıyn» ve sonra Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde devam eden hocalığı 1948'den bu yana, evinde hususi olarak devam etmekteydi.

Görme kabiliyetinin azaldığı son birkaç yılda bile, adetâ onun nefesi bize bir rahmet, bir fayda idi. İmzasız yazıların hangi hattata aid olduğunu, hattâ hangi tarihte yazıldığını söylemek de Necmeddin Efendi'ye sanki Yaradan'ın bir ihsanı ve ilhamı idi.

Bu mevzuda gâibden haber verir gibi koyduğu teşhislerin çok kimselere «Vay canınal» dedirttiğine şâhid olanlar az değildir...

Sanat tarihimizde, «Necmeddin Ebrûsu» denilen çiçekli Ebrülarıyla ayrıca isim bırakan Hoca'nın bahçesi eskiden bir gül cenneti idi. Dört yüz çeşide kadar yetiştirdiği güllerin hepsinin Latince isimlerini bildirdi ve madalyaları vardı.

6 Ocak 1976 salı günü, Necmeddin Efendi'nin yarım asra yakın imam ve hatib olarak vazife gördüğü Üsküdar Yeni Valide Camii'nden kaldırılan cenazesi, Karacaahmed Sultan Mezarlığı'nda - meşhur hattat Şeyh Hamdullah (1429 - 1520) a komşu olarak - defnedildi. Böylesine dolu bir sanat hazinesini, kara toprağa gizlemenin hüznü içinde hemen kaleme alınan şu kırık dökük satırlar, onun ancak rahmetle anılmasına vesile olacaktır.

Kaynaklar ; http://www.islamvetasavvuf.org/?q=content/necmeddin-okyay
http://www.turkokculugu.com/makaleler/?yazar=arsiv




İsmail Hakkı Altunbezer


Hattatlar şanslı insanlardır vesselam, evet onlar da ölürler ama arkalarından rahmetle andıracak eserler bıraktıktan sonra...

İşte Trabzonlu Ömer Efendi bu sanatın aşıklarından biridir. Hat ve hattatlık üzerine babasından ne aldıysa hepsini oğlu Mehmed'e devreder. Mehmed Efendinin de ömrü mürekkep ezmekle, kamış çekmekle geçer, belki mükemmel bir sanatkardır ama o devirde asitanede olmayanlar yok olur giderler.

Mehmed Efendi, Oğlu Ali Şükrü'yü yetiştirmekle kalmaz, kendini aşsın diye İstanbul'a, ünlü hattat Laz Ömer'in (Ömer Vasfi Efendi) yanına yollar. Genç hattat, icazet aldıktan sonra Mekteb-i Harbiye'de hat dersleri vermeye başlar. Ali Şükrü Efendi de aile geleneğini yaşatır, oğlu Mehmed İlmi'yi titizlikle yetiştirmeye bakar. Hatta onu devrin üstadlarından Kazasker Mustafa İzzet Efendi'ye talebe yapar.

Mehmed İlmi Bey adı gibi ilim sahibi bir mümindir, fukara ama tevekkül ehlidir, büyük sanatkardır ama şöhretten kaçar. Bu yüzden paşa konaklarında değil kenarda köşede dolanmaya bakar. Medreselerde ders verecek bir kıymet olmasına rağmen iptidailerde (ilk mekteplerde) yazı öğretir, belki günahsız sabilerle uğraşmak onu daha fazla sarar. Kuruçeşme'de mütevazı bir evde oturur, çorbacağzını kaynatmaya bakar.

Nasıl ki dedeleri beş nesildir çocuklarını hattat yaptılarsa... O da...

Babasının oğlu

Ve hattat adayımız bir şubat günü (1873) doğar. Mehmet İlmi Efendi bu sevimli bebeğe İsmail Hakkı adını koyar.

"Sanatkar olunmaz doğulur" derler ya, İsmail Hakkı biberonu bırakmadan kalem tutar. Ağzı süt kokarken "Rabbi yesir" yazar, ufacık tıfıl iken meşk yapar. İlk dersini elbette babasından alır, sülüs-nesih gibi adam seçen bir dalda ustalarla aşık atar. Pertevniyal Valide mektebini bitirdikten sonra Fatih Rüşdiyesine devam eder.

O yıllarda İstanbullular şiirle yatar, şiirle kalkarlar. İsmail Hakkı da manalı beyitler, içli kasideler yazar. Onları ağarlı kağıda aktarır, kenarlarına tezhip yapar. Hocaları bakarlar çocuk komple sanatkar "zayi olmasın" deyip, Sanayi-i Nefise mektebine yollarlar.

İsmail Hakkı burada dünya çapında ustalarla tanışır, yaptığı yağlı boya tablolarla meşhur ressam Valeury'e bile aşkolsun dedirtmeye başlar. Ancak canlı resim yapmanın dinen mahzurlu olduğunu öğrenince tuvallerini kenara atar. Peki aldığı eğitim boşa mı gider ? Bilakis tezhibde çok işine yarar.

Mezuniyetin ardından Babıali Divan-ı Humayun kalemine mülazım olan genç hattat, üstad Sami Efendi ile tuğra çekmeye başlar. Bu arada göz ucuyla Reisülhattatin Kamil Efendiyi takip eder ve sülüs'ün inceliklerini kapar. Ki sülüs (hele celi sülüs) denilen tarzı kavrayabilmek için benim diyen hattatlar bir ömür çalışırlar.



İ. Hakkı Bey, önce "Tuğrakeş-i sani" bilahare "Baş Tuğrakeş" olur. İstanbul ve Galatasaray Sultanileri ile Dar-ül mualliminde resim derslerine girer, Medresetü-l Hattatin de Tuğra ve Celi Sülüs hocalığı yapar. İyi de harf inkılabından sonra sudan çıkmış balığa döner, ortalıkta kalakalırlar. Yeni rejimin bürokratları "sizin vazifenizin mukabili bizde yoktur" der onları kapının önüne koyarlar.

O günlerde devlet başkanlarının yazıcıları olur, nameleri, anlaşmaları kaleme alırlar. Bunlar bir manada grafiker ve tasarımcıdırlar. İyi de böylesi sanatkarlar kolay yetişmez, hele hayatı boyunca sayısız ferman, berat, menşur yazan İsmail Hakkı gibi bir usta aramakla bulunmaz. Nitekim karşı taraf Lozan muahedesini profesyonelce yazdırıp getirince bizimkiler fena bocalar.

Daha dün İsmail Hakkı Bey'e kapı gösterenler, eşiğinde dolanmaya başlar. Kaldı ki bir başka ekip darphanenin işleri ve muhtelif devlet mühürleri için gelir, gider akıl sorar. Adeta özür dilercesine "Hariciye Muahedenüvisliği" (anlaşma katipliği) gibi bir kadro tesis eder, lütfetsin diye maroken koltuklu odalar donatırlar. Lakin hattatımız kırgındır, "benim vazifemin mukabili sizde yoktur" der, taşı gediğine koyar.



Buna rağmen hem hariciyenin, hem darphanenin işlerini (bila ücret) yapar, reis-i cumhurun namelerini ikiletmeden yazar.

Kamışı mürekkebe daldırıp, tek elif çizmenin bile riskli olduğu yıllarda İsmail Hakkı bey "Şark Tezyini Sanatlar Mektebi"nde "tezhip" (süsleme) dersleri verir, o engin birikimini Dr. Süheyl Ünver gibi gençlere aktarmaya bakar.

1924 yılında Ebülhattatin (Hattatların babası) adıyla anılan Mehmed İlmi Efendi vefat eder, onu Üsküdar-Çiçekçi'de sohbet ettiği kahvehanenin köşesinden alır, on adım ötedeki kabrine bırakırlar. Babasının kaybı ile İsmail Hakkı Bey'in yükü ağırlaşır, vazifesi artar.

Ünlü müzehhib eline fırçasını aldı mı dünyadan kopar, bazen haftalar geçer tıraş olamaz. "Ne o sakal mı bıraktın" diye soranlara "evet bıraktım" der, duasını okutup etrafını toplar. Doğrusu bu pamuk çerçeve onun yüzüne pek yakışır, ak sakalı hale gibi parlar.

1946 yılında Üsküdar-İhsaniye'deki evinde vefat eden ünlü tuğrakeşin mezar taşını (vasiyeti üzerine) Necmeddin Okyay (celi ta'lik usulle) yazar. O devirde böyle bir taş yazmak suçtur ama talebeleri bunu göze alırlar.

Hüvel Baki

İsmail Hakkı Bey'in cenazesi kubbesini elceğizi ile yazıp bezediği Üsküdar Selimiye Camii'nden kalkar.

Hat sanatımıza Mustafa Halim Özyazıcı, Macid Ayral ve Mehmed Şevket Efendi gibi değerleri kazandıran İsmail Hakkı Bey'i Karacaahmet Mezarlığında toprağa bırakırlar.

Minnetsiz Adam


Malik Aksel’den naklen Şevket Rado, Türk Hattatları isimli eserinde bir hatıra nakleder. Buna göre:

“Bir gün hattat Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey, iki elinde iki büyük paket olduğu halde Karaköy’den vapur iskelesine doğru gidiyordu. Hemen yanına yaklaştım, paketlerden birini ben taşıyayım dedim. Tereddüt etmeden “Al..” dedi.

Bu sefer Kadıköy İskelesi’ne değil de Karaköy Muhallebicisi’ne doğru yürüdü. İçeri girdik.

“-Hocam, hani iskeleye gidiyordunuz ?”

Cevap vermedi, muhallebici çırağına:

“-Evlat, bir limonata bir de muhallebi!” dedi.

Sonra kendi kendine söylenmeye başladı:

“Allah insanı karısına, evladına, talebesine muhtaç etmesin. Benim eşyamı taşıyorsun, onun hakkını ödemeliyim.”

“Üstadım, dedim, asıl biz sizin hakkınızı ödeyemeyiz, hocalık hakkınızı. Senelerdir sizden feyz aldık, bunu nasıl unuturuz?”

“O başka, diye cevap verdi. Onun karşılığını maarif vekaleti bana ödedi…”